''Onun yanında, böyle saatlerce hiç konuşmaksızın, göz göze bile gelmeksizin oturmaktan canım sıkılmazdı. Aynı masada, ayrı şeyler düşünür, bu arada sonsuz çay içerdik. Bizi bir arada tutan şeyin ne olduğunu bugün de çözümlemiş değilim.''
Bazen yanınızda hiç kimseyi, hiçbir şeyi istemiyorsunuz. Gözleriniz dolu dolu, bir koltukta dışardaki beyazlığa bakarak oturmak geliyor içinizden sadece ve bunun için birileriyle yapacağınız şeyleri yapamayacağınızı onlara söylediğinizde size neden böyle hissettiğinizi sormak yerine iptal ettiğiniz planınızın tavrını yapıyorlar. Ne kadar içten ve samimi değil mi? Benimse böyle durumlarda ilk soracağım şey ''Ne oldu, iyi misin?'' oluyor. Neden bu kadar farklı herkes herkesten. Neden verilen değerin karşılığı hiç verilen değer kadar değil.

Bindiğim otobüste herkes gittiğimiz yöne doğru bakan oturaklara oturmuşken bir tek ben aksi yönde olanlardan birine oturmuşum.

Hayır farklı olma çabası değil. Sadece geçtiğimiz yerleri görmek geçeceğimiz yerleri görmekten daha çok hoşuma gidiyor. Geçmiş takıntısı. Yine, yeniden.
İçimde anlamlandıramadığım belki de anlamlandırmak istemediğim bir huzursuzluk. Midemi bulandıran. Çünkü huzursuz olduğumda hep midem bulanır. Güvenin yere düşen bir bardakmışcasına kırılması ve parçalara ayrılması. Ağır çekimde. Sonra o parçalar bir bir içime batıyor. Neden diyorum sonra. Neden izin veriyorsun, bu kadar acıtması gerekmiyor. Geride bırak. Geçmiş mi geride kalamıyor yoksa biz mi geçmişin geride kalmasına izin vermiyoruz. Bilmiyorum. ''Bilmiyorum'' kelimelerin içinde hislerimi en iyi anlatan kelime. Bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum. Beynimin içinde bir savaş var adeta. Bir düşünce ve o düşünceyi kovmaya çalışan bir sürü başka düşünce. Ama o hepsini bastırıyor. Gözlerimi kapatıyorum sonra. Gözümün önüne tek bir şey geliyor. Başa sarıyoruz, midem tekrar bulanıyor. Tekrar düşünüyorum. Neden izin veriyorum, neden bunun diğer düşüncelerimin önüne geçmesini engelleyemiyorum diye. Hiçbir şeye yaramıyor. Hiç yarayamıyor.