Ne kadar da insanız hepimiz aslında. Birimiz bir diğerine kendisine yapılanlar için kızsa da, perişan da olsa, nefret de etse zamanla her şey hafızanın derinliklerinde kayboluyor. Büyük sözler, büyük hakaretler, büyük üzüntüler hiçbir şey sonsuza kadar kalmıyor. İstense de hatırlanmıyor. Asla unutmam, unutamam dediğimiz şeyler, hiçbir zaman geçmeyeceğini düşündüğümüz acılar unutuluyor, geçiyor, bitiyor ya zaman içinde. İşte bu yüzden ne kadar da insanız. Sonsuza kadar içimizde kalacağını düşündüğümüz şeyleri hiç fark etmeden nasıl da atıyoruz içimizden. Nasıl da siliveriyoruz kendimize bile sezdirmeden. Yapabileceğimizi düşünsek bile hiç kimseye ya da hiçbir şeye devamlı olarak kin duyamıyoruz.

Not defteri.

Arada birbirimizi kaybettiğimiz iyi oldu. Bir şeyin kıymetini bilmenin en klasik yolu onu kaybetmektir.
- Emrah Serbes


''En çok ve en uzun sana inandım.''
- Tezer Özlü


''İnsanların ayrıntılara boğulmadığı günlerden kalma güzel bir cümle vardır: ''Göz gördü, gönül sevdi.''
- Ah Muhsin Ünlü


''Ve bazıları; yokken bile vardır, fazlasıyla.''
- Edip Cansever

Bir şey var aklımda, çok güzel bir şey ama ben onu düşünmemek için elimden geleni yapıyorum.

Düşünme, aklına getirme, isteme, bak isteme çok, olmuyor çok isteyince. Yine düşünüyorsun işte of. Çıkart at aklından, unut ki olduğunda sevin, çok sevin. Ama şimdi düşünme. Hem çok zaman var daha. Bak olmaz sonra. Kime diyorum. Getirme aklına. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme. Düşünme.


Evet aklımdaki şeyin bana yavaş yavaş nasıl kafayı yedirdiğini okudunuz. Sevgiler.
Farklı şeyler istemeye hakkımız var mı yoksa sahip olduklarımızın kıymetini mi bilmeliyiz. Düşünme eylemi beni yavaş yavaş öldürüyor. Hayatım kötü değil, kötü olmadığını biliyorum ama istediğim hayat bu da değil. Ha derseniz ki çaba sarf ediyor musun değişsin diye, hayır, hiçbir şey yapmıyorum. Yapamıyorum bu ara. Sadece oturup bunalıyorum, hastalanıp eve kapanıyorum, hastayım diyerek yürüyüşe bile çıkmıyorum. Hiçbir şey yapmıyorum. Yapamıyorum.
Böyle dinleyince huzur verenlerden.

Ayakkabı kutularında saklanan anılar.

Kendimi bildim bileli benim için değerli olduğunu düşündüğüm her şeyi koyduğum bir kutum var. Mektuplar da var içinde ufak kağıtlara yazılmış notlar da, deniz kabukları da, durmuş bir saat de, fotoğraflar da, kokular da, şarap tıpaları da. Oldum olası her şeyi biriktirip hiçbir şeyi atmayı beceremedim. Bir kere yaptım onu sonra da yaptığıma pişman oldum. Geleceğinden çok geçmişiyle yaşayan bir insanım ben sanırım, ama anılar güzel. Anılar her daim güzel.
Efsane ses, efsane şarkı.

Gündüz Vassaf - Cehenneme Övgü.

”…Tüm duygularımızın toplamından da yoğun kavramlar, her nasılsa, sözcüklere teslim ediliyor. Türümüzün en karmaşık ve en zengin deneyimlerinden biri olan aşkta örneğin, ’seni seviyorum’ sözcükleri, bakıştan, temastan, kokudan ve aşkı ifade eden çeşitli seslerden çok daha büyük önem kazanmıştır. Duygularımızın ortak yaşanmışlığı aracılığıyla aşkı paylaşmaktansa, ona sözcüklerle sahip çıkmaya çalışıyoruz. Her aşk farklı olduğuna göre (farklı konular, farklı dokunma biçimleri, farklı psikolojik roller), her aşkta paylaşılan sözcükler de farklı olur, diye düşünüyor insan. Ama hayır! Kalıp sözcükler yaşadıklarımızdan daha önemli. Ve ‘seni seviyorum’ tümcesindekii totaliter sahiplenme, tüm aşk deneyimlerini standartlaştırıyor. Aşkı nicelleştiriyoruz. Bu tümceyi, aşkı aritmetiğe dökmek için kullanıyoruz: ’Ben üç kere aşık oldum.’
 Aşkın söz aracılığıyla sahiplenilmesi ve nicelleştirilmesi, aşkın çok renkli ve çok dilli olduğu yaşanmışlığına aykırıdır; onun insandan insana ve deneyimden deneyime değiştiği gerçeğine ters düşer.
Sözcükler, aşkı birbirini dışlayan kategorilere sokar zorla. ‘Kimi seviyorsun? Onu mu yoksa beni mi?’ gibi bir tümceyle bir aşk durumunun ille de doğrulanması, sınıflandırılması gerektiği için ne çok insan acı çeker, çıldırır, intihar eder ya da başkalarına acı çektirir. Mutlaka birinden biri olmalıdır çünkü. Biri varsa, diğeri olamaz. Sırf, söz paradigmasının tutsağı olduğumuz için. Aşkın karşılığı olarak sekiz, on, on beş sözcük olsaydı keşke. Daha az kıskanıp daha az sahiplensek, standartlaştırmanın kısırlaştırıcı baskıısına yüz çevirip, benzersizliğe daha çok değer verseydik. Dikey hiyerarşiyi boşlasaydık. Peki, ya aşkın karşılığı olan hiçbir sözcük olmasaydı? O zaman aşk olmayacak mıydı yani? Aşk duyulmayacak mıydı o zaman? Aşk, sözden önce de vardı.