''Herşey benden önce ben senden sonrayım. Ellerim bu değildi ki eskiden tanırdım kendimi.''

Seviyorum bütün şarkılarının sözlerini.
”Bugün hiç düşünmedim, hatırlamadım, geçti artık.” diyemiyorsan ama ”Bugün çok az düşündüm, az da hatırladım. Galiba geçiyor ya yavaş yavaş.” diyorsan. İlerleme var. Tebrikler.
Şu sarının altındaki renk var ya, o işte. O hayatımın rengi. Keşke dünya o renk olsa.
''Her gece yatağıma yattığımda ve sol tarafa dönüp gözlerimi kapattığımda dilediğim tek bir şey var. İstisnasız her gece. Ama dilekler söylenmez, hayır. -Kimin dileği gerçekleşmiş ki benim ki gerçekleşsin gerçi.- Hayat aldıklarını almayı bildiği gibi geri vermeyi de bilse keşke. Ya da bir şeyleri dilemenin gerçekten bir anlamı olsa ama yok. Bugün bir değişiklik yapıp uyku diledim biraz, malum bu aralar hiç uğramıyor bana.'' yazmışım kendi kendime dün.

Seçme şansım olsa ben dudakları şeftali kokan bir adamı severdim.

Şeftali çünkü kokusunu en sevdiğim meyve.
İşler yolunda gitmiyorsa mazi denilen şey bir enkazdır ve hatıraların da son kullanma tarihleri vardır.

Bazen ”Cidden mi?” demek yerine ”Seriously?” demek için insanın bir İngiliz, bir Amerikalı filan olası geliyor.

Şahsen söylenişi ve vurgusu bu kadar çok hoşuma giden başka bir yabancı kelime daha yok benim için.
Kar manzaram çok güzel. Demlikte çayım var. Çağırsam gelecek bir sürü insan var belki ama ben bir tanesine ”Gel” demek istiyorum şu anda. Sadece gel işte. Gerçi ne o gelebilir çağırsam ne de ben cesaret edip çağırırım o ayrı.
”Bir sıcak söz, bir demlik çay, işte sevmek bu kadar kolay” olmuyormuş demek ki.
Artık ne zaman biri sevgiden bahsetse elim tabancama gidiyor. Benden korkmana gerek yok. Biliyorum beni biraz kaba buluyorsun ama şiddete meyyalim vallahi dertten.”

''Şimdi mutfağa gitseydim, krepleri görüp ''Aaa ablam bana krep yapmış, ne kadar iyi bir ablam var.'' deseydim, sevinseydim. Ama nerdee, öyle bir ablam yok ki benim.''

Beni kızdırdığı için krep yapmayarak cezalandırdığım 9 yaşındaki kardeşimin odasından söylenmelerini dinlediniz. Mesafeli tavrımı korumak adına gülemiyorum ancak içimden attığım kahkahaların haddi hesabı yok.
Fena şarkı olmuş yine Sezai.
Bugün hissedilen şeylerin kendi içimizde kalması gerektiğini konuştuk, göstermemeyi. Hissettiğim şey sevgi ve mutluluksa göstermemeyi çok iyi beceriyorum, yeteneksizleşiyorum adeta. Ama eğer acı, mutsuzluksa dibine kadar yaşıyor ve çevremdeki insanlara da yaşatıyorum. Çok saçma değil mi bu. Ne boktan bir yapım var aslında. Neyim doğru ki zaten. Hissettiklerim bana kalsın diyorum bazen ama acıyı bir yere akıtmazsan eğer seni zehirliyor. Bazen ölecek gibi oluyorsun.
Bugün soğukta bir bankta acıdan hissizleşmiş bir biçimde oturdum. Bir kalkanım var. Bazı kötü düşünceleri dışarıda tutmamı sağlayan bir kalkan, beni acıdan uzak tutan bir kalkan. Ama onu yaratırken bir yerinde zayıf bir alan bırakmış olacağım ki her zaman koruyamıyor beni. Bir şeyle, ufacık, anlamsız, gereksiz bir şeyle deliniyor. Tek bir şeyle. İşte o zaman dışarıda tuttuğum bütün her şey hücum ediyor, sızıyor beynime, dağılıyorum. Dağıldım. Yine. Oturdum ben de, izin verdim kendime. Ağlamak için, kızmak için, üzülmek için, pişman olmak için, acı çekmek için, her şeyi düşünmek, hissetmekten kaçtığım her şeyi hissetmek için. 5 dakika, 10 dakika, 15 dakika, 20 dakika. Ta ki ellerimi hissetmediğimi anlayana kadar. Sonra yeniden oluşturdum o kalkanı. Bu sefer daha sağlam, daha hatasız. Ama mutlaka yine delinecek biliyorum. Bir şeyle, yeniden. Yine de umudum var. İyi kalabilmeye.

Her şeyin şu yazdığım şeyle noktalanıp sonra yine ona dönmesi ne trajik. Hem de ne trajik.

Kimseyi kollarından yakalayıp zorla hayatında tutamayacağın gerçeğiyle yüzleşiyorsun. Bazen çok kırıyor. Sen istediğin kadar çabala, istediğin kadar diren gitmek isteyen yine gidiyor. Sana da arkasından bakmak kalıyor. Elinde avucunda kalan silik anılarla.
Ya da ben hep bu noktada kalıp arkadan bakan olmaya mahkumum. Ötesi yok.
Zerre akıllanmıyorum.

Çok şey istemiyorum.

Bir bundan.
Bir de bundan.

Bir yılın daha en özel gününde beraberiz.

Tarih; 11.11.11. Bugün evlenecek genç/yaşlı çiftler evlendirme dairelerine koşacak, sevgililer birbirlerine özel süprizler yapmak için yarış içerisine girecek, ergen gençlerimiz hoşlandıkları kızlara çıkma teklif etmek için dakika sayacak. Ben ise evde battaniyem, tepeden toplu saçlarım -evet artık toplanıyor- pijamam, hırkam ve atkı ördüğüm şişlerim ile film izliyor olacağım. Hayır şikayetçi olduğumu da nerden çıkarttınız. Bir kere dünyanın en güzel atkısını örüyorum.

''Bir gün ayrıldık ve sevilmekten eskimiş bir renk gibi hissettim kendimi''

Günler geçip gidiyor. Hep geçip gidiyor istesen de istemesen de. Arkasından bakakalıyorsun. Ne zaman 5 kasımdı, bugün 10 kasım. Dün çarşamba mıydı. Sanırım bugün perşembe oluyor. Tatil zamanları gün ve tarih kavramımı daha da çok yitiriyorum. Zaten tarihlerle aram da iyi olmadı hiçbir zaman, günlerle bir derece. Perşembeleri severim anlamsızca. Perşembeler iyidir ama bugün güzel bir perşembe olmayacak hissediyorum. Ne denli anlamsız şeylerle öldürüyorum vaktimi. Ya da anlamsız olduğunu düşünmenin işime geldiği şeylerle. Kendimde değilim. Yine.
Her şey bu kadar ortakken. Sevilenler, izlenenler, dinlenenler, hoşa gidenler. Her şey bu kadar ortakken ve bunun bu denlisini yakalamak zorken, paylaşamıyorsun. Gel beraber sevelim, gel beraber sevmeye devam edelim diyemiyorsun. Acı o işte. Acı en çok o.

''Hadi iç de çay koyayım''

Bir gün ona tek bir şey için teşekkür etmem gerekirse eğer, gerekmez ama gerekirse, bu ne beni çok sevmesine olur ne de yaşadıklarımızın güzelliğine. Teşekkür ederim derim, bana çayı sevdirdiğin için.
Hani bakarsınız, ağacın arkasına gökyüzü gelir, o ufak boşluklardan bulutları ve maviyi görürsünüz ya. Hani bütün halinde de detaylarıyla da çok güzeldir. İşte onun verdiği his kadar mükemmeli yok.

Bizim apartmanımızın etrafında çok güzel ağaçlar, daha da güzel yapraklar var.
Ankara’nın çok güzel sonbaharları, çok güzel renkleri var.

''Mutsuzluğumu yeterince hak etmek için geri döndüm kilometrelerce yürüdüm.''

Ama ben bugün mutluyum aslında. Bu dize de neyin nesi.